Tanrı'nın lanetlediğine, ‘‘sapık’’,
‘‘anormal’’ olduklarına inanılan ‘‘deli’’lerin,
normal insanlara zarar vermeyecekleri hapishaneden farksız
yerlere tıkıldığı yıllardan, orman içinde ya da deniz kıyısındaki
‘‘Psikiyatri Klinikleri’’ne geçeli çok zaman
olmadı. Belki de bu yüzden psikiyatriyle uğraşan uzmanların
adı hala ‘‘Deli Doktoru.’’ Ama psikiyatri bilimi
de tüm bilim dalları gibi gelişti, değişti, kendi içinde
devrimler yarattı. Ve hastalar değişti; deli doktoruna
gitmekten daha az utanır, sorunlarını daha rahat ifade eder
oldu. Ve ilaçlar değişti; uyutan, uyuşturan, hayattan
uzaklaştıran atalarından farklı olarak insanlara hayat
enerjisi vermeye, hasta gibi hissettirmemeye başladı.
Akıl hastaneciliği anlayışı, tımarhaneye
kapatmaktan, hastayı mümkün olduğu kadar az yatırarak, daha
çok ‘‘toplum içinde’’ tedavi etmeye doğru
evrilirken, psikiyatri kendi içinde branşlara ayrılmaya,
uzmanlaşmaya yöneldi. Çok değil 25-30 yıl önce, ‘‘belden
yukarı asprin, belden aşağı müshil’’ misali, kabaca
yatacak kadar ağır hastalara Psikoz, daha hafif durumda
olanlara Nöroz teşhisi koyan psikiyatri, bugün 10-15 ayrı
birim olarak hizmet veriyor; yeme bozukluklarından şizofreniye,
depresyondan travmatik stres bozukluklarına, sosyal
psikiyatriden cinsel kimlik bunalımlarına kadar pek çok sorunu
aşmak konusunda hayli iddialı. Psikiyatrinin kollarının son
yıllarda bunca çoğalıp çeşitlenmesi ve hasta sayısının
katlanarak artması da boşuna değil; organik ve genetik
hastalıkların yanında, giderek ‘‘bunalım’’
yaratmaya daha da müsait hale gelen bir dünyada yaşayan
insanlar, bu ‘‘bunalım’’larını daha rahat dile
getiriyor doğal olarak.
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği,
Türkiye'nin üniversite bünyesi içinde kurulan ilk psikiyatri
kliniği. 1954 yılında Ordinaryus Profesör Mazhar Osman tarafından
kurulan klinik, araştırma ve eğitim çalışmalarının
yanısıra, pek çok farklı birimde, yılda yaklaşık 20 bin
kişinin tedavisini üstleniyor. Her biri Mazhar Osman kadar
mesleğine inanan ve önem veren öğretim üyelerinin çabasıyla.
Onlar daha fazla hastaya yardımcı olmak, daha çok bilimsel
çalışma yapmak, daha kaliteli hizmet vermek istiyorlar. Ancak
genel olarak Türkiye ekonomisi, özel olarak da üniversite
hastanesi koşullarından paylarını alıyorlar. Buna bir de
psikiyatrinin öncelik verilen, acil bir hizmet birimi olarak
görülmemesi anlayışı eklenince, kadro ve finans sorunları
kapıya yığılıyor. Sonuç, ağır psikiyatrik vakaların
hafif durumda olanlarla aynı koğuşta kalması; personelin
sadece bir hemşire ve bir hastabakıcıdan ibaret olması;
batıdan farklı olarak bir türlü kurtulunamayan demir parmaklıklar;
tüm birimin sorumluluğunu sadece bir öğretim üyesinin
götürmeye çalışması; kadrosuzluktan dolayı kapanmak
zorunda kalan ya da açılamayan servisler, yürütülemeyen araştırmalar,
bilimsel çalışmalar, tedavi programları...
Oysa sadece iki örnek verilirse, her beş
kişiden biri depresif, her yüz kişiden biri de şizofren.
Araştırmalar her ne kadar kesin çizgileri koymasa da yaşadığımız
çağın bu hastalıkları oluşturmadaki etkisi de açık. Yani
bizi biraz da bu hayat deli yapıyor! Bu yazı dizisinde, ‘‘İstanbul
Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği şahsında'',
psikiyatrideki yüz güldüren değişimi, hala
değişemeyenleri, Türkiye'ye özgü aksaklıkları ve umut
veren gelişmeleri okuyacaksınız.
Yılda 20 bin hasta
Psikiyatrideki branşlaşma son yıllarda iyice
kendini gösterdi. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği,
bu branşların çoğunu biraraya toplayan ender kliniklerden: Genel
Poliklinik'te günde 40-50, yılda 15 bin hastanın tedavisi
yapılıyor. Konsültasyon-Liyazon Psikiyatrisi Bilim Dalı'nda,
tıbbi nedenlere bağlı olarak gelişen psikiyatrik sorunlarla
ilgili teşhis, tedavi, araştırma ve eğitim hizmeti veriliyor.
Psikonevroz-Psikoterapi Birimi'nde, ağırlıklı olarak
nevrotik problemli hastaların tedavileri yapılıyor, travmaya
bağlı ruhsal sorunları, cinsel işlev bozukluğu, cinsel yönelim
sorunları olanlara bakılıyor. Duygudurum Bozuklukları Birimi,
yaklaşık bin kadar depresyonlu hastayı izliyor ve bu
hastalıklarla ilgili araştırmalar yapıyor. Sosyal
Psikiyatri Servisi, daha çok kişilik bozukluklarının
terapisiyle ilgileniyor, yılda yaklaşık yüz kişiye terapi,
bin kişiye poliklinik hizmeti veriyor. Klinik Psikoterapi Birimi,
dissosiyatif bozukluklarla ilgili hizmet ve araştırma yapıyor.
Klinikte ayrıca, Psikososyal Travma, Dissosiyatif Bozukluklar,
Psikoz, Anksiyete Bozuklukları araştırma programları,
teşhis, tedavi, araştırma ve eğitim hizmeti veriyor. Bir de
Uğraşı Tedavisi ünitesi ve Psikopatolojik Sanat Laboratuvarı
var. Buralarda hastalar yeni uğraşlar ediniyor, sanatla
ilgilenerek rehabilite ediliyor.
1950'li yılların sonlarında İstanbul
Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık Kısım Amiri olan Osman
Sulhi Aksu anlatmıştı: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi'nin bahçesinde doktorlarla birlikte teftişe çıkmışken,
boş bir tenekeye bağladığı ipi çekip çekip bırakan bir
hastaya rastlarlar.
Aksu sorar; ‘‘Ne yapıyorsun?’’
Hasta, ‘‘İnsan önce bir selam sabah
etmez mi?’’ diye çıkışır. Aksu'nun selamını
aldıktan sonra da ‘‘Ver bakalım bir sigara’’
der. Paketten beş altı sigara alıp kulak arkalarına, gömlek
ceplerine doldurduktan sonra, ‘‘Şimdi sor bakalım’’
buyurur. Ve yinelenen ‘‘Ne yapıyorsun?’’ sorusuna
şöyle cevap verir: ‘‘Görmüyor musun, enayi avlıyorum!’’
Hasta aynı zamanda o gün hastaneye kaç giriş,
kaç çıkış yapıldığını, kimlerin taburcu olup kimlerin
yattığını tam tamına bilmektedir. ‘‘Peki bugün kaç
kişisiniz burada?’’ sorusunu da şöyle cevaplar:
‘‘Biz bugün burada 5642 kişiyiz. Ya
siz dışarıda kaç kişisiniz?’’
DIŞARIDAKİLER ÇOĞALDI
Bu hikaye ve benzerlerinin yaşandığı günlerden
bugüne psikiyatrinin kurduğu köprülerin sayısı çok arttı,
o köprülerin altından çok sular aktı ama hala içeridekilerin
sayısı belli de, dışarıdakilerin pek değil. Çünkü
‘‘delilik’’ eskisi kadar net çizgilerle tanımlanmıyor
artık ve tıp ‘‘ruhu hasta olanları’’ içeriye tıkma
anlayışından çoktan vazgeçti. Yeni ilaçlar, sürekli gelişen
tedavi yöntemleri, başka başka anlayışlar tüm bilim dallarına
olduğu gibi psikiyatriye de yeni bir görünüm kazandırdı,
toplumun bu hastalıklara ve hastalara bakışı da değişmeye yüz
tuttu.
İstanbul (Çapa) Tıp Fakültesi Psikiyatri
Anabilim Dalı Başkanı Profesör Şahika Yüksel, son yıllarda
en çok karşılaştıkları sorunun şu olduğunu söylüyor: ‘‘İnsanlar
ruhsal sorunum var diye hastaneye geliyor mu?’’ Sorunun
cevabı artık evet! Kişilerin kendilerini ve kendilerine
yapılan haksızlıkları artık daha rahat ifade ediyorlar. ‘‘25
yıl önce hiçbir kadının dövülüyorum, diye polikliniğe
geldiğini hatırlamıyorum. Başım ağrıyor, uykusuzum,
sıkıntım var, çarpıntım var, çünkü eşim bana kötü
muamele ediyor dedikleri vaki değil. Çünkü bu doktora
söylenecek birşey değildi, bunun bir hastalık vesilesi
olabileceği düşünülmezdi.’’
Bugün ise polikliniğe gelen insanlar, ilk kez
o gün tanıştığı bir doktora, ‘‘Benim sıkıntım
var, beş yıldır uyku uyuyamıyorum, çünkü sekiz yıllık
evliyim ve beş yıldır ilişkim kötü’’ diyebiliyor.
Eskiden çok az hastanın ‘‘Cinsel ilişkide
bulunamıyorum’’ diyebildiğini, özellikle hiçbir kadının
bu şikayetle gelmediğini anlatan Yüksel, bugün birçok erkeğin,
iktidarsızlık, erken boşalma, bir çok kadının da orgazm
olamama nedeniyle geldiğini söylüyor. Ve artık ‘‘midem
ağrıyor, uykularım bozuk’’ yerine, ‘‘Mutsuzum,
hayattan zevk almıyorum’’ şikayetiyle gelenlerin
sayısı da hiç az değil. ‘‘Poliklinikte günde 40-50
hastaya bakabiliyoruz, ama hergün 200 kişilik poliklinik
yapsak, dolacağından eminim’’ diyor.
Çünkü psikiyatri de artık bu tür rahatsızlıkların
‘‘organik’’ olduğunu düşünmüyor. Psikolojik
ve sosyal nedenleri de gözönüne alıyor. ‘‘Bugün biz,
baş ağrısı şikayetiyle gelen bir insanın ağrısının bir
maddeye bağlı zehirlenmeden mi, yoksa beynindeki bir tümörden
mi kaynaklandığına baktığımız gibi, ruhsal durumuna,
ailesiyle ilişkisinin nasıl olduğuna da bakıyoruz. İstediği
işte çalışabiliyor mu, maddi durumu iyi mi, gibi soruları da
soruyoruz. Bunların hepsinin etkileşimi sonucunda ruhsal
sorunlar oluştuğunu düşünüyoruz. Buna göre bir teşhis ve
tedavi belirleniyor’’ diyor.
TEDAVİ SÜRESİ KISALDI
Bundan 25 yıl önce psikiyatri alanında çalışmaya
başlayan Prof. Şahika Yüksel, uzun bekleme sıralarını
hatırlıyor. ‘‘Ağır hastaları yatırıyorduk ve
neredeyse ömür boyu verdiğimiz ilaçlar onları sersemletiyor,
uyutuyordu. Ayaktan tedaviler de uzun süreli analitik
psikoterapilerle yapılırdı. Yani hem ilaç tedavileri, hem de
terapilerde bir yavaşlık sözkonusuydu.’’ O zamanlar,
mesela unutkanlıklarla kendini gösteren dissosiyatif hastalıklar
grubuna yanlışlıkla psikoz tanısı konabildiğini, cinsel
sorunlar konusunda hemen hemen hiçbir şey yapılamadığını,
cinsel kimlikle ilgili sorunların ya da travmanın zaten ruhsal
hastalık olarak bile tanımlanmadığını anlatıyor. ‘‘Bugün
hastalarımızın çok önemli bir bölümünü yatırmadan
ayaktan tedavi edebileceğimiz, onları sersemletmeyen, tersine
yaşama enerjisi veren ilaçlara sahibiz. Kişinin günlük hayatını,
işini, sosyalliğini sürdürerek ve zaman zaman hastaneye
gelerek tedavi olması önemli bir başarı. Ayrıca, uzun süreli
ve zor olan analitik tedaviler önemlidir, insanın kendini
tanımasını sağlar ama son yıllarda, Davranışsal Bilişsel
Tedaviler de üç beş ay gibi kısa bir süre içinde etki
edebilen bir tedavi türü olarak varlığını ve etkinliğini
ispat etti. Özellikle fobisi, obsesyonları olan, kendini ifade
etmekte güçlük çeken hastalarda çok işe yarayan bir
psikoterapi türü. Bu aynı zamanda cinsel fonksiyon
bozuklukları olan hastaların tedavisinde de kullanılıyor.’’
© Emel Armutçu